18 Ocak 2022 Salı

Penceredeki Kar





Karı her zaman mucizevi bulmuşumdur. Ne zaman kar yağsa kendimi dışarı bakmaktan alamam. O sürekli sosyal medya hesaplarında dolaşan, kar yağışını bir pencere kenarında sıcak bir içecek ve bir kitapla paylaşan insanlardan değilim ama kar yağdığı zaman kendimi klasik müzik dinlemekten alamam ya da dramatik şarkılar böyle anların baş tacı olmuştur benim için. Hep böyle zamanlarda yazı yazmak beni daha da mutlu eder mesela ama çoğunlukla ne zaman kar yağsa hasta olma pahasına bile çıkarım dışarı, alabildiğince yürürüm. Bu yürüme hali tabi kendi evimin etrafında gerçekleştirdiğim bir durum. Burada şehir merkezinde olduğum için yürümek pek de eğlenceli olmuyor maalesef. 


Hayatım boyunca hep oturduğumuz evler şehirden uzak yerler olmuştur(burada şunu söylemeliyim ki uzak derken saatler süren bir uzaklıktan bahsetmiyorum sadece merkez dışı sayılabilecek mahalleler). Şuan ailemle yaşadığım yer mesela tarlalara, dağlara bakan bir yer. Bu yüzden midir bilinmez sürekli ormana kaçma(!) isteği oluşuyor bende. Biliyorum biraz komik geliyor ama ben manzara aşığıyım sanırım. Aslında içten içe gördüğüm manzaraların içinde bulunmayı oralarda gezmeyi hayal ederim hep. Dışarıdayken sürekli bir yerlere dalıp gitmem bu yüzden hep. Çevrem tarafından bazen bu durum dikkatsizliğime yoruluyor -belki de öyle- ama ben aslında bir yerlerde bir şeyler görmüş ve oraya takılı kalmış olurum. 


Bu doğa aşığı olmama ters düşecek şeyse böceklerden deli gibi korkmam olurdu sanırım. Belki de bir sürü böyle tezatlıklar barındırıyorum bünyemde ama bunlar beni ben yapan şeyler olduğu için kabullendim sanırım. Kendimi olduğu gibi kabullenmek çok zor bir şey. Hala da bazı şeylerimi tam anlamıyla kabul ettiğimi de söyleyemem ama yine de kendi varlığımı çevreme karşı bir çeşitlilik olarak algılıyorum. Evet çeşitlilik. Nasıl her kar tanesinin şekli birbirinden farklı ve eşsiz; insanlarda (ben de) bir o kadar farklı ve eşsiz. Bir araya geldiğimizde kar yağışı gibi mucizevi bir hale bürünüyoruz. Büyük ve olağanüstü bir şeyin değerli bir parçası.

sasha lazard- lumiere eşliğinde okuyabilirsiniz

Umarım her gününüz bir kar tanesi gibi eşsiz ve sıra dışı geçer...

17 Ocak 2022 Pazartesi

Demon Slayer


 Büyük küçük demeden herkesin ağzında olan anime: Demon Slayer. Genellikle ne zaman bir yapım popülerleşse, internetin bitki örtüsü haline gelse o yapımı uzun bir süre boyunca izleyemiyorum. Bu durumda sanırım etrafın konuşmaları ve yapımın heyecanını kaçırmaları büyük bir önem teşkil ediyor. Bununla beraber sürekli spoiler yemem de cabası. Her ne kadar elimden geldiğince bu konuşmalara dahil olmamaya çalışsam da bir şekilde hazin son gerçekleşiyor. Sırf bu yüzden kaç tane filmi vizyona girdikten seneler seneler sonra izledim hatırlamıyorum. İşin ilginç yanı bu animeyle ilgili konusu dışında hiçbir şey bilmiyor oluşum. Artık kendimi ne kadar sakındıysam herhangi bir yerden asla spoiler yemedim. Bu benim için büyük bir başarı.

Çoğunlukla izlediğim anime türleri vahşet içerikli olanlardan yana oluyor. Çoğu insan kan görmekten ne kadar rahatsız oluyorsa benim için bu durum tam tersi. Bu durum beni her ne kadar bir psikopat gibi gösterse de gerçek bu. Bu yüzden bu animede de savaş sahnelerinde vahşet aradım desem yalan olmaz. Savaş sahnelerinde kandan çok efektler daha dikkat çekici çizilmişlerdi. Özellikle katanaları savururken oluşan o su dalgaları Katsushika HOKUSAİ' nin Kanagawa' daki Büyük Dalga resmine benzettim. Karakter çizimleri de basit çizimler gibi gözükse de gayet hoştu. Yani her animenin kendine has bir çizimi olduğunu düşünürsek ama iblislerin çizimleri için aynı şeyi söyleyemeyeceğim sanki onlar daha detaylı özenli çizilmişler gibi geldi ya da ben öyle düşünüyorum.


Konu olarak anlamda bakacak olursak abi kardeş ilişkisini gözümüze sokacak cinstendi. Dizi boyunca kız kardeşi için çalışıp çabalayan ve sürekli onu dış tehlikelerden korumaya çalışan bir abi vardı karşımızda. Açıkçası iki kardeşin birbirlerine olan bağı çok güzel işlenmişti. Sürekli birbirlerinin arkalarını koruyup kollamaları taktir edilmesi gereken bir şey.


Animenin ilk bölümleri biraz asıl konuya geçiş gibi işlenmiş olsa da sürükleyiciydi. Her bölümde farklı bir iblisle savaşlarını içerse de bazıları bir kaç bölüm sürdü. Özellikle benim favorim olan örümceğimsi iblis ailesi bir kaç bölümden oluşsa da en çok beğendiğim kısım oldu.

Animede kendi açımdan eksik bir şey illaki arayacak olursam bu sanırım Nezukonun bir sene boyunca uyuması olur(!) Bunun dışında her şey olması gerektiği gibiydi. 

8,5/10





16 Ocak 2022 Pazar

Matrix Resurrections ve Daha Fazlası

 


Bilimkurgu denilince ilk akla gelen seri filmlerinden biriyle karşınızdayım. Neredeyse benle yaşıt olan film serisi bana kalırsa bilimkurgu filmleri açısından tam bir dönüm noktası. İlk filmi 1999 senesinde vizyona girmiştir. O seneler için kendi kategorisinde en kaliteli en marjinal kurguya sahip bir film. 

Öncelikle biraz Matrix dünyasından bahsetmek istiyorum. Çünkü filmi anlamak için hikayesini bilmeniz gerek. Matrix'in tarihini genel olarak 7 bölüme ayırabiliriz. Bu kısmı tarih dersi gibi anlatabilirdim ama anlatmasam çok daha iyi olacak gibi. O yüzden kendi tarzımda kısa bir özet geçeyim. 


Öncelikle 7 bölümden oluştuğunu söyledik ama bu dördüncü filmle birlikte bir 8. bölüm daha oluştu diyebiliriz. İlk olarak her şey kendine Müslüman diye tabir edebileceğimiz insanlığın tam bir tüketim çılgınlığına kapılıp üretim gibi sıkıcı(!) şeyleri robotların eline bırakmasıyla başlıyor. Bir de çok büyük bir marifetmiş gibi robotlara karşı inanılmaz bir aşağılık kompleksi geliştirmişiz ki robotlar bizden illallah etmiş vaziyete gelmiş. Tabi hal böyle olunca insanımsı robotlardan biri bir ayaklanma yapıyor biz de size n' oluyo diyerek ayaklanan robotu ve kendi sürümündeki robotları yok ediyoruz. E diğer robotlarda olmaz böyle şey diyerek bütün sürümler bir araya gelerek 01 adında bir yerde toplanıyorlar.

 Bir süre sonra Kendi ürettikleri cihazlar dünya ekonomisini bozunca bunu çekemeyen liderler toplanıp bunların fişini çekelim diyorlar. Sonuç olarak güneşten enerji aldıkları için güneşi karartma kararı alıp kimyasallarla donattıkları bir bombayı atmosfere salıveriyorlar. Bu durum robotların savaşla karşılık vermesine sebep oluyor ve insanlık tamamıyla robotların eline geçiyor. Bizden daha zeki olan robotlar tabi ki kendilerine enerji kaynağı olarak insanları seçiyor ve onları enerji çiftliklerine dönüştürüyorlar. Bize de canımız sıkılmasın diye Matrix adlı bir simülasyona sokuyorlar. İnsanlık kendini kırlarda gezer gibi hayal ederken Matrix 'in tasarımcısı olan Mimar insanlığın iliğini daha nasıl iyi sömürürüz diye düşünerek Kahin adlı bir programı sürüme dahil ediyor. Kahin de insanlar olayı çakmasın diye uğraşırken aklına Seçilmiş Kişi diye bir şey geliyor ve insanlığı kurtarmak için gelecek bir ilah edasıyla dedikodu yayıyor.

 Programdan kurtulup kendilerini adeta noel babayı arar gibi Seçilmiş Kişiyi aramaya adayan bir grup insan sürekli Matrix' e korsan olarak girip çıkıyor. Akıllı robotlarımız bu korsanlığa dur demek için Ajan olarak adlandırılan bir program ekliyorlar ve insanları kovalasınlar diye buna tam güç veriyorlar.

Kahin robotların bile uğraşmadığı insanlarla ben mi uğraşacağım deyip Seçilmiş Kişiye verdiği güçlerin aynısını SMİTH adlı bir ajana verip aradan sıyrılıyor. SMİTH de can sıkıntısından virüs gibi çoğalıp bütün Matrix' i ele geçirip orayı kontrol eden robotlara sataşmaya başlıyor. Bu durumda makinaları da artık Seçilmiş kişinin kurtarması gerekiyor.

Seçilmiş Kişi herkesin bildiği gibi Neo, makinalar şehrine gidip bu aşk böyle bitemez nidaları şeklinde bir anlaşmaya varıyor. SMİTH 'le aynı kodlara sahip olduğunu anlayan Neo aşkım virüsün kendine bulaşmasına izin vererek onu ve kendini tamamen yok edip insanlarla makinalar arasında barışı sağlamıştır.



Bu hikaye 3 filmin tamamını kapsıyordu ve 20 seneye aşkın yeni bir filmin çıkmaması üzerine bence çoğu kişi barışla filmin bittiğini düşünüyordu. Ta ki dördüncü film çıkıp Mimar' ın herkesi kandırmasını anlamamıza kadar. Mimarcığım insanlardan daha iyi enerji kaynağı mı var diye düşünmüş olacak ki Neo ve Trinity 'i tekrar diriltip Matrix'e koyuyor. 

Bu dördüncü film hakkında tek düşünebildiğim renion tadında olduğu. Sanki Matrix ekibi mezunlar gecesi yaparlarken hadi bunu bir filmle taçlandıralım demişler. Filmin iki buçuk saat sürdüğünü düşünürsek bayağı bir özlem giderdiklerini anlayabiliriz. Film Morpheus' un tekrar hortlamasıyla başlıyor ama bir ajan kimliğinde. Daha sonra insanlık yine bildiğimiz aptallıklarıyla Neo 'yu aramaya hala devam ediyor.


Neo içinde bulundukları Matrix' ten bir haber bir oyun firmasında tasarımcı olarak çalışıyor ve Matrix adlı oyunu kendisi tasarlamış olarak lanse ediliyor. Tabi bu arada Trinity de üç çocuk annesi olarak karşımıza çıkıyor.

Film için söylenebilecek pek bir şey yok aslında. Genel olarak iki buçuk saat olmasına rağmen film sıkıcı değildi benim açımdan. En son Labirent serisinin üçüncüsünde bu kadar uzun süre kalmıştım sinema salonunda ve birbirlerini karşılaştırırsak Labirent filminde artık son kısımlara doğru ilk defa bir filmden bu kadar sıkıldığımı fark ettim.


Matrix Ressurrection' a puanım 7/10 . O da tamamıyla eski filmlerin ve oyuncu kadrosunun hatırına.

Violet EVERGARDEN


      Son dönemlerde animeler fazlasıyla gündemi meşgul etmekte. Bazı kötü olaylar bu durumu daha da körüklemekte maalesef. Öncelikle şunu söylemeliyim ki animelerin neredeyse yüzde sekseni  içerik olarak yetişkinlere yönelik yapımlardan oluşmakta. Çoğu ebeveynin çizgi film kategorisinde algıladığı animeler aslında yetişkin içerik olarak kategorize edilmekte. Tabi ki çocuklara yönelik animeler de var hatta bana kalırsa çizgi film kanallarındaki yapımlardan çok daha kaliteli ve içerik olarak da eğitici. Bunun en güzel örneklerinden biri Studio Ghibli 'nin yapımları olabilir. Burada en büyük iş ebeveynlere düşüyor.

Bunların dışında asıl konumuza gelelim: Violet EVERGARDEN. Kendisi izlediğim animeler içinde en çok etkilendiğim yapımlar arasında ilk üçe girebilecek bir potansiyele sahip. Baştan sona tam bir şaheserdi benim için. Öncelikle çizimlerinden bahsetmek istiyorum. Animedeki çizimler o kadar detaylı ve muhteşemdi ki her kare sanatsal bir yapıttı. Özellikle binaların çizimi ve manzaralar olağanüstüydü. Anime genel olarak episodik bir ilerleyişe sahip ve neredeyse her bölüm farklı bir mekanda farklı karakterlerle işlenmekte. Tek sabit karakter başrolümüz olan Violet EVERGARDEN. 


Violet tam bir savaş makinesi olarak yetiştirilmiş herhangi bir duygudan bir haber olan yetim bir kızdır. Her şey Violet'ın Binbaşı Gilbert BOUGANVİLLE' e hediye edilmesiyle başlar. Binbaşıyla birlikte savaşlara katılan Violet duygusuz ve sadece emir alarak hareket eden birisidir. Bir operasyon sırasında bomba patlaması sonucunda Violet iki kolunu kaybetmiştir ve Binbaşı Gilbert patlamadan sonra kaybolmuştur. Violet bir hastanede uyanır ve Binbaşının yakın arkadaşı olan Yarbay Hodgins' in kurmuş olduğu CH Postanesinde otomatik anı bebeği olarak işe başlar. Violet' ın en büyük amacı Binbaşının ölmeden önce ona söylediği sözlerin anlamını öğrenmektir.

                               şu ikiliyi görmek için neleri vermezdim

Anime boyunca Violet' ın kişisel gelişimini görmekteyiz. Her bölümde yavaş yavaş duyguları öğrenmeye ve anlamlandırmaya başlayan bir Violet izliyoruz. Bana kalırsa animenin en güzel işlenen kısımlarından birisi de buydu. Violet' ın ilk bölümde ne kadar donuk ve duygusuz olduğunu o kadar iyi göstermişlerdi ki. İzlemeye devam ettikçe ondaki değişimleri çok açık bir şekilde fark edebiliyorsunuz. Özellikle yalnızlığı ve özlemi öğrendiği bölümler favori bölümlerim. 


Bu yapıma eğer bir puan verecek olsaydım kesinlikle 10/10 verirdim. Eğer izleyecek bir şey bulamıyorsanız kesinlikle tavsiye ederim.

7 Ocak 2022 Cuma

Sweet November / Kasımda Aşk Başkadır


 

Her ne kadar kasım ayını çoktan geçsek de benim için kış aylarının vazgeçilmez filmiyle karşınızdayım. Bu filmi kaç kere olduğunu hatırlayamayacak kadar çok izlediğim için blogumda bu filme yer vermezsem ayıp olurdu. Yakın çevremin de bildiği gibi arlanmaz bir Keanu REEVES hayranı olduğum için bir çok filmini ezberleme derecesine gelmiş olabilirim. Bu durum yine de bu filmin bendeki yerini asla değiştiremiyor. Kendimi bildim bileli ailemin film sevdası sayesinde film izlemek benim için artık günlük bir aktivite haline gelmiş durumda. Bu film de annemin favori filmi olması sebebiyle otomatik olarak benim de en sevdiğim romantizm filmi olması kaçınılmaz oldu tabi. Sürekli film izlemenin en güzel yanlarından birisi de bu tarz filmlerin ne kadar değerli olduğunu anlama şansına erişmem olabilir. Ama baştan da şunu söylemeliyim ki sürekli olarak güncel romantizm filmlerini izlemeye alışkınsanız bu film biraz klişe gelebilir. Özellikle Türkçe dublaj izleme gafletinde bulunuyorsanız işler biraz dalga geçme konusuna bile gelebilir. Bu konuda sakın dublaj yapan kişileri küçümsendiğim düşünülmesin ki zaten böyle bir durum söz konusu bile olamaz, dünya çapında ilk sıralarda yer aldığımız bir konu hakkında. 


Filmin konusundan bahsetmeli miyim tam emin değilim. Genel olarak bir romantizm filminde ne arıyorsanız o şey bu filmde var diyebilirim. Ağlamak, gülmek, sinirden kudurmak gibi bütün duygu durumlarını yaşayabileceğiniz bir paket. Blogda paylaştığım bütün filmlerin genel anlamda oyuncu kadrosunun kaliteli insanlardan olduğunu fark etmişsinizdir. Bu filmde de aynı şey geçerli. İki efsane oyuncu bütün bir filmi sırtlanmışlar. Romantik filmlerin olayı da bu zaten genel olarak çoğunda sadece iki oyuncu görürüz. Eğer benim fikrimi sorarsanız her zaman kalabalık filmleri daha eğlenceli bulmuşumdur ama her filmin konusuna göre bir kadro ayarladıklarını düşünürsek romantik drama filmlerinde doğal olarak daha az kişiyle çekilmesi çok normal. 


Nelson MOSS iflah olmaz bir işkolik aynı zamanda da başkalarını göremeyecek kadar narsist bir kişiliğe sahiptir. Ehliyetini yenilemesi gerektiği için tekrardan sınava girmeye gitmiştir. Sınıfta tuhaf denilebilecek bir kadınla karşılaşmış ve sınavda kopya çekmeye çalışması yüzünden kadını sınıftan atmışlardır. sınav çıkışında tuhaf kadın(Sara) onu gitmek istediği yere bırakmasını ister ve ikili böylece değişik bir yola girmiş olur.

                                           



          
                   

Vicdanın Ölümü