29 Ağustos 2025 Cuma

Vicdanın Ölümü


Bu sıralar hayatımın gidişatı ile ilgili büyük kararlar almam gerekiyor. Büyük bir ikilemle uzun zamandır bununla yaşamaya çalışıyorum. Birden fazla insanın hayatını etkileyecek hatta bazı şeyleri kökünden değiştireceğini bildiğin kararlar almak... Hayatım boyunca belki de hiç bu kadar büyüğüyle karşılaşmamışımdır. Yaşadığım bu şey insanların özündeki düşünce tanesini anlamamı sağlayacak kadar beni sarstı. Bazıları kaçıp gitmekte buldu çareyi, bazıları daha yüce bir şeye havale etti, bazısıysa kendi isteklerini karşıladığı anda yüzüstü bıraktı herkesi. Bazılarımız için için vicdanının sesiyle baş başa bırakıldı; kimisi her gece dua etmekte buldu çareyi. Ama bildiğim bir şey varsa herkes umut etti adaletin sağlanıp kötülerin ceza çekmesini. 


Bu olayda ben neredeyim diye sorarsak, herkesten bir parça taşıyarak; bazı geceler dua ederek ağladığım bazı zamanlar insanın yüzüne bile bakmaktan utandığım, bazen de arkama bakmadan deli gibi kaçmak istediğim noktadayım. Öyle bir an geliyor ki kimseyi düşünmeden kahramanı oynayıp bütün gerçekleri dökeyim, ama sonra bunun hiçbir işe yaramayacağını düşünüyorum. Çünkü onlarla savaşmak için yeterince silahım olmadığını fark ediyorum. Silahların kendi için, sevdikleri için korkan ve bunları saklayan insanların elinde olması bir çoğumuzu savunmasız bıraktı. 

Bu elbette ki bir son değil. Belki de her şeyin yeni başladığının işareti ya da her şeyin bittiği kötülerin hala kazanacağının işareti. Yine de bildiğim bir şey var ki insanların yüzündeki o vicdani duygunun hala ölmeyip onlarla birlikte yaşayacağı hatta belki de onları içten içe çürüteceği. Yanlış anlamayın bunlardan kendimi bağımsız tutmuyorum. Her ''elimden acaba ne gelir?'' diye düşünen insanlar olduğu sürece ya şimdi ya da daha sonra, bir şekilde bu olayların çözüleceğine inancım sonsuz. İçinizdeki vicdanın asla ölmemesi dileğiyle...

18 Ağustos 2025 Pazartesi

Senin Yolculuğun


Bir arkadaşım yazılarım için günlük okuyormuş hissi verdiğini söylemişti. Bu yazıyı okuyorsan eğer bu yoruma bayıldığımı söylemeliyim. Çünkü günlük dediğimiz şey insanın en saf ve sansürsüz duygularını paylaştığı bir tür. Yani başkaları için çok tehlikeli ama sahibi için de çok güvenli bir alan. Günümüzde acaba kaç kişi hâlâ günlük tutmaya devam ediyordur? 


Sosyal medya uygulamalarından birinde 'bullet journal' ile ilgili bir gruba üyeyim. Orada genellikle insanlar ajanda tasarımlarını paylaşıyorlar. Başkalarının yaratıcılıklarını gördükçe kendi kendime hayret ediyorum. Gerçekten insanlar çok yetenekli ve yaratıcı. Düşünsenize yolda gördüğünüz ya da çevrenizde olan çok normal ve 'sıradan' görünüşlü birisi kişisel hayatında o kadar yaratıcı seviyesinde üretken ki kendisinin o anki halini başka zaman görseniz o kişi olduğunu anlayamazsınız. Bu düşünce beni her zaman aşırı heyecanlandırıyor. Çünkü bilindik bir şeyin gizemli bir tarafı olduğunu öğrenmek ve dahası o tarafını tanımanıza olanak sağlanması ne büyük bir lütuf. 

Bu durum bana birazcık doğal taşları da hatırlatıyor. Bilirsiniz doğal taşların genellikle dış kısımları yerlerde gördüğünüz büyük taşlardan farksızdır; sıradandırlar. Bildiğim kadarıyla da bu işin uzmanları da kolay kolay fark edemiyor bu taşları ama o taşları ararken ki heyecan çok farklı gibi. Adeta bağımlılık yapan bir tarafı var bu işin. Bence bu biraz da insanın yapısı ile alakalı. İnsanlar olarak her zaman ulaşılması zor ve güzel şeylere çekiliyoruz (burada güzelliğin göreceli bir durum olduğunu da söylemek isterim). Her zaman gözümüz en yükseklerde oluyor. Bu durumu ben çok anormal görmüyorum. Yani herkesin hayatına devam edebilmesi için bir amacı olması gerekiyor. Her ulaşılan amaçtan sonra da başka bir hedef oluşturuluyor. Zaten böyle bir şey yapmasaydık herkes büyük bir depresyonun içinde bulurdu kendisini. Bu tabi ki de benim düşüncem ama bilirsiniz bu yazının sahibi ben olduğum için her fikrimi, düşüncemi istediğim gibi yazabilirim. Bu özgürlüğe sahip olmak bile beni güç zehirlenmesine sokabilir. 


Konunun ana temasını kaçıranlar için; ilk başta arkadaşımın iltifatından ilhamla bu yazıya başlamıştım, sonrasında yazım farklı bir alanda süzülmeye başladı. Şu an toparlamak için şunları söyleyebilirim ki. Herkesin hayatının bir noktasında içindeki cevheri keşfetmesini çok isterim. Bunu bütün hümanist bakış açımla (asla hümanist olduğumu düşünmüyorum) söylüyorum. Belki de bu sayede insanlık olarak daha iyi yerlere gidebiliriz; gidemesek de o yola girmeye çabalamak bile çok değerli. Umarım herkes 'Başkaları neler yapıyor?' kalıbından çıkıp 'Biz neler yapabiliriz?' kalıbını benimser. Herkesin hayatındaki fazlalıklardan kurtulup kendi hayatı için yaşamaya başlamasını çok istiyorum. Aynı şey kendi hayatım için de geçerli tabi ki. Neyse buraya kadar çok çabaladım, hala da çabalamaya devam ediyorum. Umarım herkes kendi hayatını yaşamaya cesaret edebilir.


24 Nisan 2025 Perşembe

NPC'ler Dünyasında Yaşamaya Çalışan Masum Köylü


Bugün hava ne kadar sıcaksa ben de o kadar sıkıcıyım. Normalde kendime sıkıcı falan demem ama bugün kendimi öyle hissediyorum. Zaten sürekli de iyi hissetmek zorunda değilim. Yetişkin hayatı bir süredir beni zorluyor. Bağımsızlık, çalışmak falan iyi ama sorumluluklarım çok değişti. Belki yavaş bir değişim olsaydı bu kadar yadırgamazdım ama her şey bir anda gelişince insan bir bocalıyor ne yapacağını. Tam alıştım derken dışarıdan birisi geliyor bütün düzenin üzerinde hak sahibiymiş gibi tavırlar sergiliyor. İnsan bir 'Hayırdır, noluyo?' da diyemiyor. Öyle saf saf izleye kalıyorsun. Çevrende de bir sürü herbokolog (bu sıralar favori uydurma kelimemdir), sana kalkıp iş öğretmeye, neyin nasıl olması gerektiği hakkında nasihat ediyor. E şimdi napacağız bunları? 

Haluk Levent'in çok sevdiğim bir şarkısı var: Kral Çıplak. Günümüzle alakalı, hatta her dönemle alakalı müthiş tespitler içeren bir şarkı. Ben şu an kaba tabirle 'herbokolog' dediğim şeye o 'kral' demiş. Ben galiba çok dolu olduğum için onun kadar kibar yaklaşamadım olaya. Herkes elinden geldiğince içini dökmeye çalışıyor sonuçta. Dedik ya 'herbokolog' tayfa her şeyi biliyor; ama ne hikmetse bir baksa hiçbir işten anlayamayan andaval sürüsü.

Günümüz gençlerinin kullandığı bir kelime var 'NPC' açılımı 'non-player character' yani Türkçe olarak 'oyuncu olmayan karakter'. Bu tip insanlar hiçbir işe yaramaz sadece göz önünde durur. Bazı işletmeler içerisi kalabalık görünsün diye bazen çalışan kiralar. Tek yapmaları gereken şey ortamın dolu gözükmesini sağlamaktır yani tek faydası budur. İşte bizim çevremizde de böyle bir sürü karakter bulunuyor. Hiçbir işe yaramazlar, ortalıkta durur kalabalık oluştururlar, bizi sadece sinir edip strese sokarlar. Onların hayatlarında neler olup bittiğini bile düşünmeyiz bizim için o kadar önemsiz ve gereksizdirler. Onları görmeyi bıraktığımız anda bizim hayatlarımızdan da bir anda silinip giderler.

Yani bu yazdıklarımızdan çıkaracağımız ders; ne yaparsanız yapın etrafınızda sinirinizi bozacak bir sürü NPC karakter olacaktır. Önemli olan bu saçmalıklardan kendinizi mental olarak nasıl korumanız gerektiğini bilmenizdir. Benim naçizane fikrim; onları görmeyin. Tamam sanki çok kolaymış gibi dedim ama sistematik şekilde kendinizi bu konuda duyarsızlaştırmaya başladığınızda belli bir noktadan sonra o kişiler sizin için sadece görüntü kirliliğinden öteye gitmeyecek. Hatta bazılarınız bunu o kadar iyi yapacak ki öyle insanların varlığından bile haberdar olamayacaksınız.

Başka bir tavsiyem de onlarla muhatap olmak zorunda olanlar için; sadece işiniz olduğu zaman iletişime geçin. İşiniz bittikten sonra ya da herhangi bir şekilde karşılaştığınızda günlük diyaloglara asla girmeyin. Bu durum karşınızdaki kişinin ne söylese de dinleyeceğini düşünmesine ve kendini değerli görüp tatmin etmesine sebep olacaktır. Onlara bu haddi vermeyin. 

Bu dediklerimi hadsizlik olarak gören olursa da bırakın hadsiz olayım. En azından kendi düşüncelerimi 'saygı' çerçevesinde sunabilen bir hadsiz olmuş olurum.

17 Nisan 2025 Perşembe

Eskinin Hüznü Yeninin Karmaşıklığı


Herkese soğuk ve karlı bir kış gününden merhaba. Uzun zamandır beklediğim bu kardan sonra eskisi gibi hissedememenin burukluğunu yaşıyorum. Çok eski değil tam bir sene önceye gittiğimizde bile kar yağarken çok daha farklı duygular yaşıyordum. Bu sene ise her ne kadar çok kar yağmasını beklesem bile bana eskisi kadar büyülü gelmiyor. Asla istediğim bir şey değil bunu hissetmek. Ben de diğer insanlar gibi kar yağdığında kocaman gülümseyerek havaya bakmak istiyorum. Bu kadar kısa bir dönemde ne oldu da bu kadar değiştim. Geçen sene daha çok mu mutluydum? Daha iyi bir hayat mı yaşıyordum? Bu sorulara asla cevap veremiyorum şu anda. Bir aralar bu sorulara direkt cevap bulabiliyordum ama şimdi kafamdaki uçuşan düşüncelerden, yapmam gereken işlerden, yetiştirilmesi gereken görevlerden dolayı kendi duygularımı göremez oldum. Halbuki öncesinde bu konularda ne kadar da keskindim. Öğrencilik hayatımda yaşadığım yoğunlukla; yetişkin hayatımdaki yorgunluğun bu kadar farklı sonuçlar doğurması ne tuhaf. 

Bunları yazarken bile aşırı derece yorgun, bitmiş ve tükenmiş hissediyorum. Aslında işi bırakıp kafamı dinleyebilirim. İş bulmak artık gözümü korkutmuyor. Ama sürekli kendimi durdurmaya ve bu durumun geçici olduğuna kendimi ikna etmeye çabalıyorum. 

Bazen saçma konular üzerinden inat ya da hırs yapabiliyorum. İşim de bu konulardan birisi. Kendime bir süre bu konuda izin vereceğim. Nereye kadar götürebilirsem götüreceğim. 

Bu gün yine depresifliğim üstümde. Artık yazı yazarken arada o kadar zaman oluyor ki. Her yazdığım paragraf başka bir döneme denk geldiği için duygularım çatışıyor. Bir yazımın başına oturup tamamını yazıp bırakamıyorum. Hep bir şeyler engelliyor. Bu yazıya 2 hafta önce başlamıştım. Yani en karlı ve soğuk havalarda.  Şimdi ise havalar o güne nazaran çok daha sıcak ve karsız. 

Yazmaya karar verdiğim ilk anda başlığı 'Hüzünlü Bir Kış Günü' olarak belirlemiştim ama şimdi bambaşka duygular ve bambaşka atmosferde olduğum için bu başlık yazıya çok uymayabilir diye düşündüm. Şimdiki isim aslında tam da beni yansıtıyor olabilir. Bir aralar sadece hüzünlü hissederken şimdi bütün duygular birbirine karışmış gibi. 

Yazdığım her paragraf bambaşka günlerin düşüncelerinden oluşuyor. Benim için de tuhaf bir deneme oldu bu açıdan. Normalde yazdığım yazının üzerinden çok fazla zaman geçtiğinde komple silerdim. Şimdi bayağı zorlanarak devam etsem de bir şekilde ilerliyorum. 

Bu paragrafı son olarak yazıyorum. Bu yazının sonu. Son dönemde bir sürü farkındalık kazandım. Tam daha ne öğrenebilirim derken önüme çok daha baş edilmesi tuhaf durum çıkıyor. İnsanlar olarak bazı konulara çok kafa yoruyoruz. Sürekli birbirleri arkasından konuşan, bir şeyler kapmaya çalışanlar insanlarla iç içeyiz ve bu nereye gidersek gidelim bizim peşimizden geliyor. Her yerin bu kadar aynı olması; farklı olması kadar korkutucu. Belli bir yaştan sonra insanla ilgili şeylerle arasına mesafe koyanları şu an çok daha iyi anlıyorum. Çünkü böylesi çok daha huzurlu. Bu noktaya erişmek herkesin harcı değilmiş mesela bunu da anladım. 

7 Şubat 2025 Cuma

İlk ve Son




Güzel bir kış gününden herkese merhaba. Bu sene yaz benim için çok çabuk bitti diyebilirim. mezuniyetten sonra -evet sonunda lisans mezunuyum- öğrencilik hayatımın şimdilik bitmesinin çok matah bir şey olmadığını da anlamış oldum. Uzun süredir ortalarda yoktum. Bir şeyler yapmadığımdan değil çok fazla yoğun olduğum için kendime vakit ayıramadım. 


Yani hayatımızda sürekli bir dönem kapanıyor ve bir dönem açılıyor. Değişim dediğimiz karmaşık şeyin en güzel yanı da bu zaten. Sürekli olarak bir şeylere eviriliyoruz iyi ya da kötü olarak ve sonunda geriye dönüp baktığımızda kendimize ne kadar yabancılaştığımızı fark ediyoruz. Bence herkesin hayatının bir noktasında kendisine 'Bana n'oldu da ben böyle bir insana dönüştüm?' dediği olmuştur. Aslında kendimizin farkındalık seviyesinin ne kadar yüksek olduğuyla da alakalı bir konu bu. Gerçi insan farkında olmadan da değişimler yaşayabiliyor. Sizce hangisi daha iyi farkında olduğunuz bir değişim mi yoksa hiç anlamadan etmeden yaşadığınız hayat mı? Bence her iki tarafın da kendine göre güzellikleri var. Bir yandan baktığımızda değişimin içinde olmak o bütün sancılı süreci sonuna kadar hissetmek demek ve bu durum biraz can sıkıcı olabilir. Çünkü bir şeyleri doğurmak üzere olduğunuzun bilincinde o doğum sancısını çekmek zorundasınız. Bu çok rahatsız edici derecede acı dolu olabilir. Öte yandan farkında olmadığınızda bunların etkisinde çok fazla kalmadan bir anda 'Ben ne oldum?' a gelebilir. İnsanın üzerinde aptal bir hissiyat bırakan bu durumda da insan  bir süre varoluşsal sancılar çekmek durumunda. Ben galiba acıyı hissetme tarafındayım bu işin. Bunda kontrolün elimde olma hissiyatını sevmem büyük önem arz ediyor. Durum ne kadar acı verici olursa olsun bütün iplerin elimde olması güven verici. 


Bu dizi de iki insanın sancılarını harika bir şekilde anlatıyor. Barış ve Deniz ilk başta bir düğünde bir araya geliyor. Genelde dizide zaman kavramı biraz farklı işlenmiş. İsminden de anlaşıldığı gibi her bölümde ilk ve son zamanları anlatılıyor. İlk zamanları anlatırken ne kadar kaotik olsalar da aralarındaki değer görülebiliyor. Son kısmında ise yine aynı kaos olmalarına rağmen ikisinde de bundan yorulmuş ve bıkmışlığı anlayabiliyorsunuz. İlk bölümünde beni en çok 'nasıl bu hale gelebildiler' kısmı şaşırttı. Çünkü ne kadar kaotik olsalar da birbirlerine çok fazla değer veriyorlardı. Tabi ki sonrasında neden bu hale geldiklerini çok daha iyi anladım. Birbirlerini o kadar çok hırpalamışlardı ki zaman içinde, artık kötü davranmaya bile güçleri kalmamıştı. Sürekli olarak bir güç kavgası hakimdi aralarında. Egolarını yarıştırıyorlardı. En sonunda da birbirlerini öyle tükettiler ki bambaşka iki insan olarak bitirdiler aralarındaki ilişkiyi.


Diziye başlamadan önce çok fazla tereddütüm vardı. Kötü anlamda değil dram dolu olmasından kaynaklı sadece. Bana kalsa uzun bir süre daha izlemezdim ama annem geçenlerde dizinin bir kesitini görmüş ve izlemek istediği için başladık onunla birlikte. Bilirsiniz normalde türk dizilerine karşı biraz ön yargım var ama böyle yapımları izledikçe 'aslında o kadar da kötü değiller ya' düşüncesini benimsemeye başladım. 

Bu dizi için söylenebilecek en kısa yorum şu: Kaos seviyorsanız, monotonluk bana göre değil ben adrenalin seviyorum derseniz bu dizi tam size göre.


14 Eylül 2024 Cumartesi

Navillera

Bugün ki yazım gerçekten severek izlediğim ve izlerken ağladığım bir dizi hakkında. Uzun zamandır gözüme çarpıyordu ama başroldeki oyuncunun bütün Netflix yapımlarında oynamasından dolayı çok başarılı bir dizi olacağını düşünmemiştim. Sonrasında internette dizinin gerçekten çok yüksek bir puan aldığını gördüm ve bu yüzden diziye bir şans vermek istedim. İyi ki de izlemişim. Kendisi dram kategorisinde beni gerçekten etkileyen bir dizi oldu. 

Şu sıralar hayatımı sorguladığım bir dönemdeyim. Bunun üstüne bu diziyi izlemek bazı konular hakkında daha derin düşünmeme sebep oldu. Bu konu ara ara burada da bahsettiğim 'geç kalmışlık hissi' ile ilgili tekrar tekrar düşünmeye itti. Bunu herkes yaşıyor mu bilemem ama bir tek benim yaşamadığımdan oldukça eminim. Genel olarak bir çoğumuzun düştüğü gafletlerden birisi de bu. Kendi içimizde yaşadığımız duyguların sadece bize özgü olduğuna inanıyoruz. Aslında etrafımıza bakmayı bırakıp gerçekten görmeye başladığımızda sadece bize aitmiş gibi gözüken biricik duygularımızın tam tersine etrafımızda ne kadar da çok olduğunu görebiliriz. 

Yalan söyleyemeyeceğim bu farkındalığa her zaman sahip olamıyorum ya da hemen fark edemiyorum yine de bazen sadece durup kendime bu durumu benim gibi bir sürü insanında yaşamış olduğu ya da yaşadığını düşünmeye çalışıyorum. Dediğim gibi herkese bu farkındalık hemen gelmiyor hatta bazılarına hiç gelmiyor. Bu gibi durumlarda da dışarıdan birisinin olaya el atması gerekebiliyor ya da psikolojik bir desteğin faydası çok etkili olabiliyor. 

İşte bu duygu tufanını tekrar kafamda döndüren bu diziye bir şans vermenizi istemem bu yüzden. Dizi boyunca zamanın ne kadar çabuk akıp gittiğini ve sonunun kötü biteceğini ya da yapamayacağınızı düşünmenize rağmen pişman olmamak için denemenin ne kadar büyük bir erdem olmasından bahsediyor. 

70 yaşında olan emekli posta memuru olan Shim Deok-Chul çocukluğundan beridir balet olma hayalini asla gerçekleştirememiş ve yaşıtlarının artık dünyayı terk etmesinden dolayı ölüm korkusu etrafını sarmış birisidir. Son olarak yakın arkadaşlarından birisi huzur evinde hayalini gerçekleştiremeden vefat etmesi üzerine bu dünyadan pişman bir şekilde gitmemek için bale öğrenmeye karar verir. Gittiği bir bale stüdyosunda genç bir baletin dansı onu çok etkilemiştir ve bu yüzden orada eğitim almak ister. İlk başta bu işe kesinlikle karşı çıkan yirmilerindeki Chae-Rok hocasının da zorlamasıyla bale öğretmeye başlar. bale eğitimi dışında da Chae-Rok' un menajerliğini yapmak zorunda olan Shim Deok-Chul yaşına rağmen bu tempoya ayak udurmaya çalışmak ve çevresindekileri bale yapmak istediğine ikna etmek zorunda kalır. 

Dizi boyunca hayallerinin peşinde koşmanın ne kadar zor olduğuna ama bütün bu zorluklara rağmen mutlu olmanın ne kadar değerli olduğunu görebiliyorsunuz.

Dizinin hem konusu bakımından hem de işlenişi bakımından çok başarılı olması ve olay örgüsünün güzel bir şekilde aktarılmasından dolayı puanım 10/10.

19 Ağustos 2024 Pazartesi

Chilling Adventures of Sabrina

 Bu diziyi hala bitirmedim ama genel olarak diziler hakkında spoiler vermediğim için rahat rahat yazabilirim. Bu diziye çok yakın bir arkadaşımın sonsuz ısrarları sonucunda izledim desem birazcık yalan olabilir. Çünkü kendisini izlemeyerek bezdirdiğim için en sonunda benden ümidini kesmişti. İşte ben de tam bu anda dedim ki 'artık onun tavsiyelerini izleyebilirim.' İlk tavsiyesi olarak aslında Çalıkuşu dizisine başladım ve gerçekten severek izliyorum diyebilirim. Türk dizisi olmasına rağmen izlediğim ilk uzun soluklu dizi diyebilirim. Tabi ki yine bazı sahneleri o kadar gereksiz yere yazılmış ki diziyi genel olarak 2x hızında izliyorum. 

Asıl dizimize gelirsek kendisi fantastik olmasına rağmen son zamanlarda gerçekten eğlendiğim dizilerden. Ergenken çoğu liseli gibi fantastik gençlik dizilerine bayılıyordum. Büyük bir ihtimalle dönemin bütün dizi filmlerini de izlemişimdir. Hatta daha fazla ileri giderek fantastik türünde bir sürü kitap okumaya başlamıştım ki hala kitaplığımda bütün seriler duruyor. Son senelerde ise kesinlikle bu kategoriden ciddi anlamda zevk alamamaya başladım. Yani çoğunlukla tahammül edemiyorum çünkü konu fantastik karakterler olunca iyi düşünülmemiş senaryolarda mantık hataları gırla dolu oluyor. Bu dizide de mantık hataları bulunsa da aşırı gözüme batan bir şey olmadı. 

Beni bu dizide asıl sinir eden şey baş karakter olan Sabrina' nın liseden arkadaşları oldu. Özellikle sevgilisi belki de hayatımda beni en çok sinir eden karakterlerde ilk ona girebilir. Bu söylediğim belki size biraz abartı gelebilir ama yine de diziyi izlerken karakterin sahnelerini geçme isteğim aşırı fazlaydı. Diğer arkadaşlarının da tavırları sinir bozucuydu. Hepsine özellikle mi bu özellikler verildi bilmiyorum ama hepsinde aptal bir polyannacılık vardı. Sürekli bir şeylerin güzellemesini yapıp normalleştirme çabası hakimdi ve bence asla Sabrina' ya güvenmiyorlardı. Herhangi bir sorun yaşadıklarında direk Sabrina'yı şuçlayıp işleri düştüğünde de direk ona koşmaları dikkatimi çeken olaylardan birisiydi. 

Dizide gerçekten severek izlediğim karakterlere gelirsek Sabrina'nın halaları başta geliyor diyebilirim. Özellikle Zelda'ya bayılıyorum. Bence dizide diğer karakterlere oranla en düzgün kararları o veriyordu. Tek kusuru evlilik meselesiydi bence. Diğer halasının da cadı olmasına rağmen daha çok insanı özellikler göstermesi hoşuma gitti. Sanki iki halası da Sabrina'nın yarı cadı yarı ölümlü taraflarını temsil ediyor gibi. 

Diziyi zorbalamama rağmen yine de bir şans verilebilecek bir fantastik dizi olarak görüyorum. Çünkü aynı kategorideki diğer dizilere oranla daha fazla tahammül edebildim.

Vicdanın Ölümü